Aristoteles bir yazısında ırmakta yaşayan küçük canlılardan söz eder:
Ömürleri bir gündür. Bunlardan sabah 8'de ölen genç ölmüş sayılır; akşam 5'te ölen ise yaşlı...
Montaigne ünlü "Denemeler"inde sorar:"Bu kadarcık bir ömrün bahtlısını, bahtsızını hesaplamak hangimize gülünç gelmez? Sonsuzluğun, dağların, nehirlerin, yıldızların, ağaçların yanında bizim hayatımızın uzunu -kısası da böyle gülünçtür."
Son yılların en gözde akımlarından biri"uzun yaşam hırsı"...
Modern tıp, ömrün sınırlarını zorlayan buluşlar elde ettikçe, tarihi boyunca "ölümsüzlük iksiri"nin peşinde koşmuş insanoğlunun iştahı kabarıyor. "Antiaging" denilen "yaşlanmayı
geciktirme" iddiasındaki hücre tedavileri, hormonlar, ilaçlar, diyetler hep aynı hedefin peşinde:
Ölümü erteleyebilmek...
Biraz daha fazla yaşayabilmek....
Haşmet Babaoğlu da yazdı:
"Modern insanın uygarlığın temeline koyduğu her tuğla, onu ölüm fikrinden biraz daha uzaklaştırıyor".
Köylerde göz önünde, hayatla iç içe "yaşayan" mezarlıklar, kentte varoşlarda ıssızlığa terk ediliyor. "Dirilerin şehri, ölülerin şehrini kovuyor".
O, günler süren taziye dayanışmaları bitti; internetten mezar yeri ayırtılabiliyor artık... Cenazeler bir şirkete emanet edilip apar topar defne gönderiliyor; camide ayaküstü
sohbet ediliyor, telefonla kabre çiçek gönderiliyor, sulama işi 3 - 5 kuruşa mezarcılara havale ediliyor. Ve sonra herkes ölümü hafızasından silip "hayata", işinin başına dönüyor.
İnsanoğlu yüzyıllar boyu tevekkülle teslim olduğu ecelle dalaşıyor. Azrail'e posta koyuyor.
Ne yalan söyleyeyim, ölümcül bir diyetle tüm dünyevi zevklerden uzak durarak, sağlık merkezlerinde gençlik aşıları vurularak hayata biraz daha tutunmaya çalışanların nafile çabası, Aristo'nun ömrü bir gün süren küçük canlılarının "bahtsızlığını" hatırlatıyor bana...
"Sağlıklı yaşam"a bir diyeceğim yok, ama "geç ölüm ihtirası", "Ne için" sorusunu getiriyor hatıra...
"Niçin hayat sofrasından, karnı doymuş mütevekkil bir davetli gibi kalkıp gidemiyoruz?"
"Niçin hayat meşalesini, yenilere devretmekte böyle zorlanıyoruz?"
"Bunca yıl yapamadığımız neyi yapmak için ölüme direniyoruz?"
Zincirlikuyu Mezarlığı'nın kapısına asıldığı günden beri tartışma konusu olan o ayet yüzünden yazdım bunları:
"Her canlı ölümü tadacaktır".
Kimi "Malumu ilana ne hacet" diye karşı çıkıyor yazıya; kimi "İşe giderken insanın aklına eceli sokup moral bozmanın alemi yok" diye...
Oysa benim ayetin devamında okuduğum mesaj gayet basit:
"Nasıl olsa sonunda buraya geleceksiniz. Yan yana ve eşit büyüklükte çukurlara gömüleceksiniz. Size bahşedilen hayatı doğru dürüst yaşamaya bakın".
Ayeti böyle okuyunca, daha çok hayatta kalmak uğruna daha az "yaşayan"ların hali size de komik gelmiyor mu? Kainatın uçsuz bucaksızlığı karşısında, ha sabah 8, ha akşam 5, ("Ha 3 gün önce, ha 5 gün sonra") ne fark eder ki? Yine Montaigne ile bitirelim. "Hayatın
değeri, uzun yaşanmasında değil, iyi yaşanmasındadır. öyle uzun yaşamışlar
vardır ki, pek az yaşamışlardır. Doyasıya yaşamak, yılların çokluğuna değil, sizin coşkunuza bağlıdır"
Ömürleri bir gündür. Bunlardan sabah 8'de ölen genç ölmüş sayılır; akşam 5'te ölen ise yaşlı...
Montaigne ünlü "Denemeler"inde sorar:"Bu kadarcık bir ömrün bahtlısını, bahtsızını hesaplamak hangimize gülünç gelmez? Sonsuzluğun, dağların, nehirlerin, yıldızların, ağaçların yanında bizim hayatımızın uzunu -kısası da böyle gülünçtür."
Son yılların en gözde akımlarından biri"uzun yaşam hırsı"...
Modern tıp, ömrün sınırlarını zorlayan buluşlar elde ettikçe, tarihi boyunca "ölümsüzlük iksiri"nin peşinde koşmuş insanoğlunun iştahı kabarıyor. "Antiaging" denilen "yaşlanmayı
geciktirme" iddiasındaki hücre tedavileri, hormonlar, ilaçlar, diyetler hep aynı hedefin peşinde:
Ölümü erteleyebilmek...
Biraz daha fazla yaşayabilmek....
Haşmet Babaoğlu da yazdı:
"Modern insanın uygarlığın temeline koyduğu her tuğla, onu ölüm fikrinden biraz daha uzaklaştırıyor".
Köylerde göz önünde, hayatla iç içe "yaşayan" mezarlıklar, kentte varoşlarda ıssızlığa terk ediliyor. "Dirilerin şehri, ölülerin şehrini kovuyor".
O, günler süren taziye dayanışmaları bitti; internetten mezar yeri ayırtılabiliyor artık... Cenazeler bir şirkete emanet edilip apar topar defne gönderiliyor; camide ayaküstü
sohbet ediliyor, telefonla kabre çiçek gönderiliyor, sulama işi 3 - 5 kuruşa mezarcılara havale ediliyor. Ve sonra herkes ölümü hafızasından silip "hayata", işinin başına dönüyor.
İnsanoğlu yüzyıllar boyu tevekkülle teslim olduğu ecelle dalaşıyor. Azrail'e posta koyuyor.
Ne yalan söyleyeyim, ölümcül bir diyetle tüm dünyevi zevklerden uzak durarak, sağlık merkezlerinde gençlik aşıları vurularak hayata biraz daha tutunmaya çalışanların nafile çabası, Aristo'nun ömrü bir gün süren küçük canlılarının "bahtsızlığını" hatırlatıyor bana...
"Sağlıklı yaşam"a bir diyeceğim yok, ama "geç ölüm ihtirası", "Ne için" sorusunu getiriyor hatıra...
"Niçin hayat sofrasından, karnı doymuş mütevekkil bir davetli gibi kalkıp gidemiyoruz?"
"Niçin hayat meşalesini, yenilere devretmekte böyle zorlanıyoruz?"
"Bunca yıl yapamadığımız neyi yapmak için ölüme direniyoruz?"
Zincirlikuyu Mezarlığı'nın kapısına asıldığı günden beri tartışma konusu olan o ayet yüzünden yazdım bunları:
"Her canlı ölümü tadacaktır".
Kimi "Malumu ilana ne hacet" diye karşı çıkıyor yazıya; kimi "İşe giderken insanın aklına eceli sokup moral bozmanın alemi yok" diye...
Oysa benim ayetin devamında okuduğum mesaj gayet basit:
"Nasıl olsa sonunda buraya geleceksiniz. Yan yana ve eşit büyüklükte çukurlara gömüleceksiniz. Size bahşedilen hayatı doğru dürüst yaşamaya bakın".
Ayeti böyle okuyunca, daha çok hayatta kalmak uğruna daha az "yaşayan"ların hali size de komik gelmiyor mu? Kainatın uçsuz bucaksızlığı karşısında, ha sabah 8, ha akşam 5, ("Ha 3 gün önce, ha 5 gün sonra") ne fark eder ki? Yine Montaigne ile bitirelim. "Hayatın
değeri, uzun yaşanmasında değil, iyi yaşanmasındadır. öyle uzun yaşamışlar
vardır ki, pek az yaşamışlardır. Doyasıya yaşamak, yılların çokluğuna değil, sizin coşkunuza bağlıdır"
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder