08 Temmuz 2008

hayata ve ölüme dair



Aristoteles bir yazısında ırmakta yaşayan küçük canlılardan söz eder:
Ömürleri bir gündür. Bunlardan sabah 8'de ölen genç ölmü
ş sayılır; akşam 5'te ölen ise yaşlı...

Montaigne ünlü "Denemeler"inde sorar:"Bu kadarc
ık bir ömrün bahtlısını, bahtsızını hesaplamak hangimize gülünç gelmez? Sonsuzluğun, dağların, nehirlerin, yıldızların, ağaçların yanında bizim hayatımızın uzunu -kısası da böyle gülünçtür."

Son y
ılların en gözde akımlarından biri"uzun yaşam hırsı"...
Modern t
ıp, ömrün sınırlarını zorlayan buluşlar elde ettikçe, tarihi boyunca "ölümsüzlük iksiri"nin peşinde koşmuş insanoğlunun iştahı kabarıyor. "Antiaging" denilen "yaşlanmayı
geciktirme" iddias
ındaki hücre tedavileri, hormonlar, ilaçlar, diyetler hep aynı hedefin peşinde:
Ölümü erteleyebilmek...
Biraz daha fazla ya
şayabilmek....
Ha
şmet Babaoğlu da yazdı:
"Modern insan
ın uygarlığın temeline koyduğu her tuğla, onu ölüm fikrinden biraz daha uzaklaştırıyor".
Köylerde göz önünde, hayatla iç içe "ya
şayan" mezarlıklar, kentte varoşlarda ıssızlığa terk ediliyor. "Dirilerin şehri, ölülerin şehrini kovuyor".
O, günler süren taziye dayan
ışmaları bitti; internetten mezar yeri ayırtılabiliyor artık... Cenazeler bir şirkete emanet edilip apar topar defne gönderiliyor; camide ayaküstü
sohbet ediliyor, telefonla kabre çiçek gönderiliyor, sulama i
şi 3 - 5 kuruşa mezarcılara havale ediliyor. Ve sonra herkes ölümü hafızasından silip "hayata", işinin başına dönüyor.
İnsanoğlu yüzyıllar boyu tevekkülle teslim olduğu ecelle dalaşıyor. Azrail'e posta koyuyor.
Ne yalan söyleyeyim, ölümcül bir diyetle tüm dünyevi zevklerden uzak durarak, sa
ğlık merkezlerinde gençlik aşıları vurularak hayata biraz daha tutunmaya çalışanların nafile çabası, Aristo'nun ömrü bir gün süren küçük canlılarının "bahtsızlığını" hatırlatıyor bana...
"Sa
ğlıklı yaşam"a bir diyeceğim yok, ama "geç ölüm ihtirası", "Ne için" sorusunu getiriyor hatıra...
"Niçin hayat sofras
ından, karnı doymuş mütevekkil bir davetli gibi kalkıp gidemiyoruz?"
"Niçin hayat me
şalesini, yenilere devretmekte böyle zorlanıyoruz?"
"Bunca y
ıl yapamadığımız neyi yapmak için ölüme direniyoruz?"
Zincirlikuyu Mezarl
ığı'nın kapısına asıldığı günden beri tartışma konusu olan o ayet yüzünden yazdım bunları:
"Her canl
ı ölümü tadacaktır".
Kimi "Malumu ilana ne hacet" diye kar
şı çıkıyor yazıya; kimi "İşe giderken insanın aklına eceli sokup moral bozmanın alemi yok" diye...
Oysa benim ayetin devam
ında okuduğum mesaj gayet basit:
"Nas
ıl olsa sonunda buraya geleceksiniz. Yan yana ve eşit büyüklükte çukurlara gömüleceksiniz. Size bahşedilen hayatı doğru dürüst yaşamaya bakın".
Ayeti böyle okuyunca, daha çok hayatta kalmak u
ğruna daha az "yaşayan"ların hali size de komik gelmiyor mu? Kainatın uçsuz bucaksızlığı karşısında, ha sabah 8, ha akşam 5, ("Ha 3 gün önce, ha 5 gün sonra") ne fark eder ki? Yine Montaigne ile bitirelim. "Hayatın
de
ğeri, uzun yaşanmasında değil, iyi yaşanmasındadır. öyle uzun yaşamışlar
vard
ır ki, pek az yaşamışlardır. Doyasıya yaşamak, yılların çokluğuna değil, sizin coşkunuza bağlıdır"

Hiç yorum yok: