26 Aralık 2008

İnsanın ortak kaderi doğum, ölüm ve o aradaki zaman, yaşam...
Doğmak, ölmek isteğe bağlı değil...
Ölmek, belki bazen.
Bize düşen yaşamak. Koşullar ne olursa olsun yaşamak... Ayakta kalmak...

Hadi sıyırttın sıyırttın, hayatta kalabildin zar zor...Uzun yaşamak,
bir ayrıcalık. İyi, güzel... Ama ayakta kalmak, kalabilmek. Ceza! Müthiş
bir ceza!

İlkokuldaydım, birinci sınıfta. Hiç unutmadığım bir cezaya
çarptırıldım.
Karatahtanın önünde, sırtım sınıfa, yüzüm karatahtaya dönük, ders
bitimine kadar kıpırdamadan ayakta durmak...
Utanıyorum, midem bulanıyor. Ölmek istiyorum.
Herkesten nefret ediyorum, herkes ölsün istiyorum.
Sonra bir ara cebimdeki kabarıklığı hissediyorum: Kabak çekirdeklerim!

Bir kuruşluk kabak çekirdeği almıştım, bir tane bile yemedim.
Mahmut'la (benden birbuçuk yaş büyük ağabeyim; üçüncü sınıfa
gidiyor) eve giderken yiyecektik. Evimiz taa tepede, Abidin Paşa Köşkü'nün orada.

Bahardı...Bademler açmış, tepeye giden toprak yol bomboş.
Ev yok pek. Apartman hele hiç yok. Göz alabildiğine tarla.
Papatyalar,
gelincikler.
Hadi be sen de!.. Ne diye ölecekmişim... Mati'cigimle güzelim dağ yolunda
çekirdek yiyerek, konuşa gülüşe eve gitmek varken!

Şimdi dönüp geriye baktığımda, hep çekirdek misali umutlar peşinde
ayakta kalabildiğimi görüyorum.

Öleceğimi bile bile bir çekirdek uğruna bu kadar çaba, çırpınma!
Değer mi?..
Birşey yap, Met'i anımsıyorum, sevgili Aziz Nesin'i... İçim
ısınıyor yeniden.

Kalk hadi diyorum, durma koş, birşeyler yap. Yaşa...
Dur diyorlar bir yandan da, koşma...
Yeter dinlen artık.
Koşma...
Öl artık!
Ama çekirdeklerim bitmedi ki daha...'

Yıldız Kenter

Hiç yorum yok: