13 Ocak 2009

Kent Köylüme Mektubumdur (Oğuz Aral)

Ey benim canım, ciğerim, gözümün bebeği, gönlümün kelebeği, yoldaşım, komşum, arkadaşım, şehirde yaşayan köylü kardeşim efendim.
Önce gönülden selam eder, hatırını sorar, yüce Mevla’mdan senin için hayırlar ve iyilikler dilerim. Gazete okumadığın için sana yazdığım bu mektubu da okumayacağını biliyorum. Ama yine de yazmadan edemedim.
Sana olan ilgim ilkokuldayken bize ezberlettikleri köy şiirleriyle başladı. Hele içlerinde "Gezsen Anadolu'yu" ayaklı bir şiir vardı ki, bir avaza bağırarak okurken içim sevinçle dolardı. Pırıl pırıl akan derelerden, çiçek cenneti yaylalardan, çam ağaçlarının altındaki kırmızı damlı beyaz badanalı köy evlerinden, selvi boylu al yanaklı, keklik sekişli dilber köy kızlarından söz ederdi.
Ortaokuldayken Mahmut Makal'ın "Bizim Köy" adlı kitabını okuyunca dünyam karardı, hayallerim yıkıldı. Kitap, açlıktan Malta taşı kemiren çocukları, sıtmadan, tetanozdan, veremden ölüveren genç insanları, çorak toprağı tırnaklarıyla işleyip yine de aç yatan köylüleri anlatıyordu. İlgim önce acımaya, sonra da sevgiye dönüştü. Hele o zamanlar radyoda binde bir çalan halk türkülerini dinleyince, bir köylü tutkunu oldum. Babam, bir Klasik Türk Müziği ustasıydı. Keman, ut, tambur ve ney gibi dört enstrümanı ustalıkla çalardı. Doğduğumdan beri evde fasıl dinleyerek büyüyen ben, bir koşu gidip Şemsi Yastıman'dan bir bağlama satın aldım. Bini aşkın köy türküsü ezberledim. Aşık Veysel'den Yavuz Top'a, Nida Tüfekçi'den Talip Özkan'a, Çekiç Ali'den Zafer Gündoğdu'ya kadar halk ezgilerinin bütün ustaları, en yakın dostlarım oldular. Yunus, Pir Sultan, Karacaoğlan, Dadaloğlu, Kaygusuz Abdal, Seyrani artık en sevdiğim şairlerdi. Gençliğim Yaşar Kemal ve Fakir Baykurt gibi köy romanı yazarlarını okumakla geçti. Artık evim kilim döşeli, duvarlar heybe ve el dokuması yün çoraplarla süslü, mutfak şimşir kaşık ve bakır sahanla doluydu. Yani, artık hazırdım. İşim ve okulum nedeniyle köye gidip yaşayamadığım için şehire gelecek köylü kardeşlerimi, yani atamızın özdeyişiyle köylü efendilerimi bekliyordum.

*

Çok şükür beni çok fazla bekletmediniz. Katar katar, kamyon kamyon gelmeye başladınız. Adnan Menderes, köylerden aldığı oyu kentlerden alamayınca kentleri köylüleştirme politikasına girişmişti. Böylece kentlerde de seçimi kazanacaktı. Kazandı da... Amerikan yardımı ve ucuz devlet kredileriyle yeni palazlanmaya başlayan Menderes ortağı, sermaye erbabı da fabrikalarını kentlerde kurduğu için ucuz işçi ve aç tüketiciye kavuştu.
Her sabah uyandığımda yaşadığım sokakta, mahallede, şehirde bir sürü yenilik görüyordum. Bostanlar, yangın yerleri, dere yatakları hatta kurtların indiği boş vadiler küçük evlerle doluyordu. Gerçi ağaçlar azalıyordu ama briketten yığma taşla ve tenekeyle bile yapılan bu zavallı küçük kulübeleri ve çamur içindeki sahiplerini gördükçe yüreğim bir daha birleşmeyecek şekilde parçalanıyordu. Birçok kondunun taşla çevrilmiş kocaman bahçeleri de vardı. Ama köylerindeki gibi sebze filan ekmiyorlardı nedense. Bazılarında tavuk, keçi, inek gibi hayvanlar besliyorlardı. Bir ara artık taze yumurta yiyip taze süt içeceğiz diye sevindimdi. Ama taze diye iki misli para verip aldığım yumurtanın bizim bakkalın yumurtası, sütün kaymağının da içine katılmış Vita yağından oluştuğunu öğrenince sevincim kursağımda kaldı.
O sıralarda kentin yarısı gibi ben de kirada oturuyordum. O kadar çok ev vardı ve o kadar ucuzdu ki, ev sahibi olmak enayilikti. Akması, kokması, tamiri ve boyasının masrafı vereceğim kirayı kat kat aşardı. Üstelik ahşap evlerin her an çıra gibi yanma tehlikesi vardı.
Şehir içinde tarla olmadığından, gecekondu köylüleri artık ekip biçmeye de gidemiyorlardı. Her gecekondu mahallesinde pıtırak gibi kahveler türemişti. Bu zavallı insanlar, günlerini, hatta gecelerini kahvede pişpirik oynayarak geçiriyorlardı. Her gecekonduda en az 5 çocuk vardı ve çocuk sayısı hababam artıyordu. Acaba ne yiyip ne içiyorlardı?
Gerçi 6-7 Eylül olaylarında olduğu gibi gavur dükkânlarının talanı, şehirli köylülerimize biraz nefes aldırıyordu. Ama ne yazık ki bu tip yağmalar pek sık sık olamıyordu.
Benim gibi birçok gazeteci, yazar-çizer bu gecekonduların Tiryaki Hasan Paşa'sı kesilmiştik. Onları kanımızın son damlasına kadar savunuyor, yol, su, elektrik getirmesi için devleti topa tutuyorduk.

*

Sonra, bir kısmı işçi oldu bir kısmı da bisiklet tekerleğini keşfetti. Üç tekerlekli el arabalarında meyve, sebze sattılar. Yavaş yavaş küçük evleri de uzayıp genişlemeye başladı. Birçok gecekondu sahibi, evinin üstüne her yıl bir kat çıkmaya başladı. Bu katları kente yeni göçen köylülerine kiraya verdiler. Özellikle seçim zamanları, kentler inşaat patlaması yaşıyordu. Gecekondusunun üstüne yeni kat çıkanlar, artık müteahhit sayılırlardı. Bunlardan birçoğu komşu gecekondu sahipleriyle kat karşılığı anlaşıp sekiz on katlı yeni apartmanlar dikti. Hatta bu tip bir apartmanda ben de kiracı olarak oturdum. Bir ara işsiz kalıp kirayı geciktirince, köylü ev sahibim kapıma dört adet köylüsüyle dayanıp beni ve eşyalarımı merdivenlerden atacağını söyledi. Böylece köylülerin dövme işinde de imeceyle davrandıklarını öğrendim. Yanlarına köylerinden veya aşiretlerinden hısım ve akrabalarını almadan kavga etmiyorlardı. Hele bir gün bir Karadenizli'yi dövmek gafletinde bulundum. Sonra da 5 Laz akrabasından muhteşem bir dayak yedim. Bu arada işçilerin gecekonduların ve ezilen köylülerin haklarını korumak için solcu partiler kuruldu. Ama canım köylü kardeşim, siz onları bir güzel dövdünüz. Hatta, bir kısmını telef ederek Moskof'a karşı vatanımızı ve dinimizi korudunuz.
Atamızın tahmini giderek doğru çıkmıştı. Sabancı gibi en büyük holdinglerimizin çoğunun sahibi, lüks apartmanlarımızın sahip ve müteahhitleri, milletvekili ve bakanlarımızın çoğu artık köylüydü. Hatta Cumhurbaşkanımız bile köylüydü. Kısacası, köylü gerçekten efendimiz olmuştu. Şehirde yaşayan daha fakir köylülerimizin ise arabaları, televizyonları, videoları ve cep telefonları vardı. Artık kahvede otururken öbür kahvedeki hemşerisiyle Fener-Galatasaray muhabbeti yapabiliyordu. Kadınları da bitişik dairedeki memleketlisine yeni aldığı müzik setini anlatıyordu.

*

Sonunda kentlerde köylülüğün yan etkileri görülmeye başlandı. Önce, o sırım gibi dimdik köylü kadınları şişmanlayıp un çuvalına döndüler. Oturmaktan memeleri dizlerine sarktı, kalçaları tandır kümbeti kadar büyüdü. Bilezikleri dar geldiği için etlerine gömüldü. İnanmazsanız televizyona bir göz atın. Her olayda bir sürü şişman köylü kadını var.
Sokak çocuğu sayısında ve tiner satışlarında da patlama oldu.
Kentlerin cinsel hayatı tele-kızlar, travestiler gibi çeşitlilik ve zenginlik kazandı. Geçenlerde Tempo dergisinde okudum. Yine köy kökenli bir travesti anlatıyordu:
"Tanıdığım bir simitçi vardı. Bizim para kazandığımızı görünce bıyıklarını kesip bir peruk edindi. O da araba yollarına çıkıp müşteri beklemeye başladı. Köydeki karısına altın bilezikler, çocuklarına yeni elbiseler gönderdi. Şimdi, memleketinde iki apartmanı varmış diye duydum."
Ama köylülüğün yan etkileri bazen bu kadar az hasarlı olmuyor. Yazları her gün 20-30 köylümüz yüzmeyi bir türlü öğrenemediği için boğuluyor. Kente gelip şoför olanlar, her yıl 5 bin kişinin ölümüne neden oluyor.
İster müteahhitin, ister sahibinin olsun köylü kurnazlığıyla yaptıkları binaların onbinlercesi depremde kağıt gibi yırtılıp çöküyor. Devlet de köylüleştiği için sağmal ineğini bırakıp yardıma koşamıyor. Artık namus, mafya, alacak, siyaset, hakaret, aşiret cinayetlerini saymıyorum.
Kısacası, köylülerimiz ölmeden duramıyor.
Ama bu arada Kelaynak kuşları gibi sayıları azalmış kentliler de okkanın altına gidiyor. Ey canım Atam, "Köylü efendimizdir" dedikten sonra niye "Efendi olan kent soylu kuluna acımalıdır!.." demedin!..
Gelen her felaket için "Allah'tan!.." diyorlar. Ama her felaketin kent yaşamını inkár eden köylülükten geldiğini biliyorlar. Fakat bunca acıya rağmen köylülükten vazgeçmeye de asla niyetleri yok. Çünkü, kısa zamanda edinilmiş bu zenginliğin ve bu avantanın kent soylulukla mümkün olamayacağını çok iyi biliyorlar.

*

Ey benim canım ciğerim, kara gözlü, kara bahtlı, kent köylü kardeşim efendim.
Bunca olandan ve daha da olacaklardan sonra çok istememe rağmen sana bir türlü kızamıyorum. Hani sizin oraların bir uzun havası vardır;
"Deli poyraz yeli gibi esmedim
Kaderime küstüm, sana küsmedim" der.
Sana küsmedim ama çok kırıldım. Ama, hoparlörle "Batatiiz... Domatiiz!.." diye kulak zarımın ırzına geçtiğinden, havalara silah sıkıp veya direksiyonda uyuyup can aldığından değil... Şehirleri kondu apartmanlarla rezil edip deprem sonrası da harabeye çevirdiğinden hiç değil...
Sadece onca yıldır beklememe rağmen beraberce türkü söyleyemediğimiz için kırıldım.
Ben İstanbullu, bozlak söyleyip bağlamayla Sıvas halayını çalarken sen, "Movi movi mosmovi... Yıkılmadım ayaktayım, dertlerimle başbaşayım... Seni de Allah yarattı, beni de Allah yarattı... Sana gülen kör talih beni niye hep ağlattı" gibisinden Arapçadan döndürme, işkembeden kaydırma şarkılar ünülüyorsun.
Onca para pul kazandık ama sonunda ikimiz de dedemizden kalan müziğimizi kaybettik galiba... Kentli köylüleşti ama senin ne-leştiğini anlayamadım gitti!..
Bundan sonraki ilk depremde, ilk trafik kazasında, ilk tüp patlamasında, ilk soba zehirlenmesinde veya ilk şehit cenazesinde görüşüp ağlaşmak üzere hoşça kal.
Zeytin karası gözlerinden öperim.

Hiç yorum yok: