23 Mayıs 2007

C A N I M A N N E M

GÜLLER ELİNDE SOLMASIN,

TEBESSÜM YÜZÜNDEN EKSİK OLMASIN,

MUTLULUK İSE YOLDAŞIN OLSUN...

Bugün alışageldiğimiz "anneler günü" anlamında olmasa da anneler için yapılan kutlamalar Sümerlere dek dayandırılabilir. Matriyarkal (anaerkil) düzenin hüküm sürdüğü tarihin ilkçağlarından bu yana İştar, Kybele, Rhea ve daha bir çok yerel ve dönemsel isimlerle analık, doğurganlık niteliğiyle ön plana çıkmış ve doğanın uyandığı, yeniden doğduğu bahar mevsimi ile özdeşleşmiştir. Patriyarkal düzenin yerleşmeye başlaması zaman zaman kutlamaların içeriğinin ve şeklinin değişmesine ve hatta bazı dönemlerde gizli olarak yapılmasına sebep olmuşsa da kesintiye uğratamamış; her bahar coşkulu kutlamalar ve sunularla bir gelenek halini alarak binlerce yıl kesintisiz olarak sürmüştür.

Daha yakın tarihlere uzanacak olursak, günümüzden birkaç yüzyıl önce 1600'lü yıllarda İngilizler arasında "mothering sunday" adı ile, lent döneminin 4. Pazar günü kutlamalar yapılmaya başlandı. İçinde bulundukları dönemde zor koşullar altında yaşayan ve çoğu zaman çalıştıkları yerlerde barınan İngilizler bu özel günde izinli sayılırlar ve tüm günlerini evlerinde anneleri ile geçirirlerdi. Hatta biraz da hristiyan aleminin yortu geleneğinin etkisiyle olsa gerek "mothering cake" adını verdikleri bir tür pasta götürme adeti yerleşmişti.

Hristiyanlığın Avrupa'da yaygınlaşmasından sonra bu kutlama, onlara hayat veren ve kötülüklerden koruyan ruhani bir güç sayılan "Anneler Kilisesi" ni onurlandırmak amacıyla değişti. Zamanla kilise festivali Anneler pazarı kutlamaları ile birleşerek, beraber kutlanmaya başlandı.

Anneler günüyle ilgili ilk resmi kutlama önerisi, Amerika'da 1872 yılında Julia Ward Howe tarafından barışa adanan bir gün olarak tasarlandı. İlk defa Boston'da bir yürüyüş düzenlenerek kutlandı.1907 yılında Philadelphia'da Ana Jarvis, annesinin ölüm yıldönümü olan Mayıs ayının ikinci pazarının Anneler Günü olarak kutlanması için bir kampanya başlattı. Bir sene sonra Philadelphia'da kutlanan Anneler Günü Ana Jarvis'in izleyenleri tarafından bakanlara, işadamlarına ve politikacılara ulaştırılarak ulusal olarak kutlanmaya başlandı.

1911 yılına gelindiğinde hemen hemen her ülkede kutlanmaya başlanmıştı. 1914 yılında ABD başkanı Wilson tarafından resmi bir açıklamayla Mayıs ayının ikinci pazarı Anneler Günü olarak duyuruldu.

Böylece Mezopotamya ve Anadolu uygarlıklarının binlerce yıl önce başlattığı gelenek 20. yüzyılın başından itibaren dünya çapında kabul görmüş oldu.

Tüm annelerin anneler günü kutlu olsun...

22 Mayıs 2007


Amerika'da bir supermarkette, musteri yarim kivi satin almak
istiyor. Tezgahtar bunun mumkun olmadigini soyluyor.
Kavga cikiyor.Tezgahtar kosakosa mudure cikiyor:

"Efendim, hayvanin biri yarim kivi almak istiyor " der demez
soyle bir arkasina donunce ne gorsun:
Musteri arkasından gelmis,ensesinde duruyor...
Tezgahtar hemen musteriyi isaret ediyor:
Bu beyefendi de diger yarisini almak istiyor,efendim..."diyor
Mudur durumu anliyor, adama yarim kiviyi mecburen verip
gonderiyorlar. Mudur bir saat sonra tezgahtari cagirtiyor:

- Tebrik ederim, cok zeki davrandin, iyi idare ettin. Nerelisin sen?


- Brezilyaliyim efendim..."

-"Amerika'ya niye geldin?"

-"Brezilya cazip bir yer degil efendim, orada insanlar ya fahise,ya
da futbolcu..."

Mudur ;

- Biliyor musun, benim karim da Brezilyali..."

- Yaaaaaaaa oyle mi, acaba kariniz hangi takimda futbol oynuyor ?

20 Mayıs 2007

İNSAN VE DUNYA

Adam, bir haftanın yorgunluğundan sonra Pazar sabahi kalktiginda butun haftanin yorgunlugunu cikarmak icin eline gazetesini aldi ve butun gun miskinlik yapip evde oturacagini dusundu.
Tam bunlari dusunurken oglu kosarak geldi ve sinemaya ne zaman gideceklerini sordu. Baba ogluna soz vermisti bu hafta sonu sinemaya goturecekti ama hic disariya cikmak istemediginden bir bahane uydurmasi gerekiyordu. Sonra gazetenin promosyon olarak dagittigi dunya haritasi gozune ilisti. Once dunya haritasini kucuk parcalara ayirdi ve ogluna eger bu haritayi duzeltebilirsen seni sinemaya goturecegim dedi sonra dusundu:

-Ohh be kurtuldum en iyi cografya profesorunu bile getirsen bu haritayi aksama kadar duzeltemez.

Aradan on dakika gectikten sonra oglu babasinin yanina kosarak geldi ve "baba haritayi duzelttim,artik sinemaya gidebiliriz" dedi. Adam once inanamadi ve gormek istedi. Gordugunde de hala hayretler icindeydi ve bunu nasil yaptigini sordu. Cocuk su cevabi verdi:

- Bana verdigin haritanin arkasinda bir insan vardi. INSANI DUZELTTIGIM ZAMAN DUNYA KENDILIGINDEN DUZELMISTI.
Bir gün susmayı öğrendim. Öyle bir sustum ki belki sonsuza kadar susacaktım.Çünkü susmak benim küçücük dünyamda babamla kurduğum iletişim tarzıydı. Babam akşamları eve yorgun dönerdi. Ben bütün gün evde sıkılır onungelişini iple çekerdim. Daha o kapıdan girer girmez boynuna atılır onunla oynamak isterdim. Babamsarılır, öper sonra da, hadi odana git, derdi. Yemek hazırlanınca annemçağırır bu defa masada bir araya gelirdik babamla.Onlar annemle konuşurkenben araya girer, sesimi duyuramayınca da bağırırdım. Babam sinirlenir,'Bütün gün insanlara kafa patlatmaktan bunaldım, birde sen kafamı ütüleme!' derdi. Annem de 'Bütün gün zaten seninle uğraştım, bir çift laf
da mı konuşturtmayacaksın babanla?' diye çıkışır, beni odama gönderirdi.
Çaresiz bir şekilde boynumu büker odama yani hapishaneme doğru yolalırdım. Babam arkamdan, 'Bizim bir odamız bile yoktu, her şeye sahip,hâlâ ne istiyor anlamadım.' diye bağırmaya devam ederdi. 'Keşke benim de bir odam olmasaydı, keşke bizim de evimiz bir odalı olsaydı da hep birlikte otursaydık' derdim içimden; ama yüksek sesle söylemeye cesaret edemezdim.

Yemekten sonra babam kanepeye uzanır, eline kumandayı alır, televizyon seyrederdi. Beni yanına çağırır biraz severdi. Onun izleyeceği önemli birşey varsabeni adeta yerimden bile kıpırdatmazdı. Azıcık hareket edip koşup oynamaya çalışsam oda hapsim yeniden başlardı. Bir gün anladım ki susunca babamla daha iyi anlaşıyoruz. Bu defa susarak yapabileceğim oyunlar geliştirmeye başladım. Önce resim yaparak başladım işe. Babam çizdiğim resimleri çok beğeniyor; 'Bak, böyle uslu uslu oyna işte.' diyordu. Babam bazen göz ucuyla bakıyor, resimle ilgili bir şey sorsam afallıyordu. Ama bana
kızarak beni artık odama göndermiyordu. 'Son günlerde ne de akıllandı benim oğlum.' diye komşulara anlatıyordu annem halimi.

Resimlerim arttıkça ortalık dağılmaya başladı. Annem 'Odanı topla!'diye odama kapattığında işe nereden başlayacağımı bilemiyordum. Ben bunlarla uğraşırken zaman geçiyor; ama odamı toparlamayı beceremiyordum. Annem odama gelip 'Bak sana resim yapmayı yasaklayacağım.' dedi bir gün. Susuyor olmamı usluluk olarak değerlendiren ailem resim yapmayı da elimden alırsa ben ne yapacaktım?

Bu düşüncelerle bir aile tablosu yaptım. Babam eve gelince uygun zamanı kolladım. Her zamanki gibi yemekler yendi, odaya geçildi. Babam oturur oturmaz çizdiğim resmi getirdim. Babam baktı. Hım, dedi 'Çok güzel olmuş.Bu adam benim herhalde.' dedi. Ben 'Hayır o adam değil, bu çocuk sensin.'dedim. O 'Hayır, bu adam benim,bu çocuk sensin, bu küçük kız da arkadaşın.'dedi. Ben yine 'Hayır, o büyük adam benim, bu küçük adam sensin, bu küçük kız da annem.' dedim. Babam benimle uğraşmaktan vazgeçip: 'Peki neden bizi küçük çizdin?' dedi. Heyecanla başladım anlatmaya.Ben büyüyüp adam olacağım. İş bulupçalışacağım. Siz yaşlanıp küçüleceksiniz. Beliniz bükülecek,
komşumuz Ahmet amca ile Ayşe teyze gibi küçücük kalacaksınız. Ben işten geldiğimde
yorgun olacağım. Siz benimle konuşmaya çalıştığınızda işyerinde kafam şişmiş olacağından sizi duymayacağım bile. Siz benimle bir şeyler paylaşmak istediğinizde 'Hadi odanıza çekilin de kafa dinleyeyim.'diyeceğim. Ve bir de bağıracağım 'Her şeylerini alıyorum. Sıcacık odaları da var, daha ne istiyorlar' diye.
Annemle babamın gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Duyduklarına inanamıyorlardı. Bana sarılıp beni öyle içten bir okşayışları vardı ki sonsuza kadar konuşsam hiç bıkmadan dinleyecekler gibiydi

Farkında' Olmalı İnsan...Kendisinin, Hayatın Olayların, Gidişatın Farkında Olmalı
Ömür Dediğin Üç Gündür,
Dün Geldi Geçti
Yarın Meçhuldür,

O Halde Ömür Dediğin Bir Gündür,

O Da Bugündür

Bilmem aslı var mı?

Eğer birgün ATM makinalarından bir soyguncu tarafından para çekmeye zorlanırsanız, PIN kodunuzu ters girmeniz halinde (Örn. 1234 yerine 4321.. gibi). Makine parayı veriyor ancak bu arada polis de çağırıyor:))

Mesajın yazarı bunu yakın zamanda FOX TV'den öğrendiğini ve bu konuyu çok nadir kişinin bildiği için, mümkün olduğunca çok kişiye bildirilmesini istiyor.

HIRSIZLARIN YENİ KAPI AÇTIRMA YOLU DİKKAT

Bu aralar özellikle ev hanımlarının çok dikkatli olması gereken bir konu...

Gelen soyguncular, size kapıyı açtırmanın gürültüsüz bir yolunu bulmuşlar bunun için kapı eşiğinden su döküyorlar ve siz bu suyu fark edip de nereden geldiğini anlamak için kapıyı açtığınız anda ağzınızı kapatarak sizi evin içine sokup etkisiz hale getiriyorlar. Tanıdıklarınızı uyarın...

13 Mayıs 2007

Cerrahpasa Tip Fakültesi Kulak Burun Bogaz Anabilim Dali olarak 12 yas
alti isitme problemi olan maddi durumu kötü hiç bir saglik güvencesi
olmayan fakir çocuklarin tüm tedavisini ve kullandiklari isitme
cihazini ücretsiz karsilayacagiz.
Çevrenizde bu tür çocuklar varsa lütfen benim telefonumu verin.
SEMA ONAY
I.Ü. Rektör asist.
Cerrahpasa Tip Fakültesi yurtiçi yayin koordinatörü
Cep Tel: 0543 291 65 65--- 0532 504 02 22
Bu maili mümkün oldugunca çok kisiye iletelim!
Gerçekten birinin isine yarayabilir!!!

06 Mayıs 2007

Bu hikayeyi daha dogrusu yasam öyküsünü biliyor muydunuz ?

*AFIFE JALE - SELAHATTIN PINAR ASKI...*

*Sahne 1:**
1902 dogumlu Selahattin Pinar, Ticaret Mektebi'ni birakip müzige basladi.Oysa babasi eski Denizli milletvekili Sadik Bey,onun hukukçu olmasini istiyordu. Bir gün Denizli'den gelen esraf için kurulmus bir sofrada Sadik Bey'e oglunu sordular; Selahattin de sofradaydi. Sadik Bey o yokmus gibi "Selahattin çalgici oldu" dedi.Selahattin ayaga firladi ve "Babacigim, rica ederim, ben çalgici degil,sanatkârim" diye diklendi. Sadik Bey, pek sevimsiz bir küfürle yanitladi bu çikisi...Bunun üzerine Selahattin Pinar, ceketini alip sofrayi terk etti.Kapidan çikarken döndü ve söyle dedi:"Babacigim, bir gün gelecek, benim adimla anilacaksiniz."
Sadik Bey, yani basinda bulunan gaz lambasini ogluna dogru firlatti. Çikan yangini güç bela söndürdüler. Selahattin kapiyi çarpip çikmisti
bile...Asla baba evine dönmeyecekti. *

*Sahne 2:**
1902 dogumlu Afife Jale, Istanbul Kiz Sanayi Mektebi'nde okuyordu. Ama onun akli tiyatrodaydi. Oysa Müslüman kadinlara sahneye çikmak yasakti.Bunaragmen 16 yasinda talebe olarak Darülbedai'ye basvurdu ve kabul edildi. Babasi Hidayet Bey, kizini bu sevdadan vazgeçirmek için çok ugrasti.Basaramayinca sertlesti. Ona "Fahise" dedigi bir gün "Benim
Afife diye bir kizim yok" diye gürledi.Zaten Afife artik sahnede,"Jale" adini kullaniyordu. Sanati için baba evini terk etti. *

*Sahne 3:**
Hicaz makamindaki o Selahattin Pinar bestesindeki gibi,"Bir bahar Aksami", rastlastilar. Istanbul Kusdili çayirinda... Hafiz Burhan konserinde...Selahattin Pinar, üstadin arkasinda tambur çaliyordu.Nicedirsaz salonlarinin en sevilen besteci ve icracilarindan
biriydi. Afife Jale ise Darülbedai'de sahneye çikarak "Tiyatrodaki ilk Müslüman kadin oyuncu" olarak tarihe geçmis, ancak tiyatro zaptiye tarafindan basilinca kapi önüne konulmustu. Issiz, sahnesiz ve kimsesizdi. Acisini yatistirici haplarla dindirmeye çalisiyordu.Ikisi de 25 yasindaydi.Belki de güftedeki gibi "Içimde uyanan eski bir arzu/ dedi ki yillardir aradigim bu/ simdi soruyorum büküp boynumu/ Ah, daha önceleri neredeydiniz" dediler. Ve evlenmeye karar verdiler.*

*Sahne 4:**
Gençliklerini acilar içinde harcamislardi. Evlenince hayat boyu iskaladiklari her seyi birlikte yapmaya çalistilar. Evde saklambaç
oynadilar. Bahçede enginar yetistirip yaristirdilar. "Bir çocuk resmi" kivaminda siirler yazdilar.Pinar çaldi; Afife dinledi.Ancak güzel
günler uzun sürmedi.Afife , tiyatrosuz yasayamiyordu ve tiyatronun boslugunu
uyusturucularla dolduruyordu. Suriyeli bir eczaci onu morfine alistirmisti.Selahattin Pinar, bir gün esinin ögle uykusu için çekildigi odasinin anahtar deliginden içeri baktiginda, damarina morfin siringa ettigini gördü ve çöktü.Morfin için eczaciyla iliskiye girmisti Afife...Ama Pinar, esine öfkeden çok, merhamet duyuyordu..Onu hayata döndürebilmek için çirpinmaya basladi. Sürekli melankolik besteler yapar olmustu. *

*Sahne 5:**
Çirpindilar, bu gidisi geri çevirebilmek için... Olmadi! Selahattin Pinar, kendisi de morfin tuzagina düser gibi oldu. Bunun üzerine Afife, "Terk et beni" diye yalvardi ona... "Yoksa sen de mahvolacaksin, birak beni gideyim" dedi. Pinar, 6 ay sonra Afife Jale'yi terk etti. Simdi ikisi için de en kötü yillar basliyordu. Afife, kimsesiz ve bes parasiz, tenha parklarda yatip kalkar, asevlerinde karnini doyururken ayrildigi esinin kendisinin
ardindan yazdigi sarkilari tas plaktan dinleyip agladi.Ayrilik acisini yeni bir evlilikte dindirmeyi deneyen Selahattin Pinar ise hiç birlikte
yatmayacagi bu kadindan kisa sürede ayrildi.*

*Son sahne Afife Jale, kimsesizliginin, terk
edilmisliginin,yoksullugunun son duragi Balikli Rum Hastanesi'nde, bir deri bir kemik veda etti
hayata...Ölümü, gazetelere haber bile olmadi. Cenazesine 4 kisi katildi. Mezar yeri de mektuplari ve fotograflariyla birlikte kaybolup gitti. Unutuldu.Selahattin Pinar, Afife'nin ölümünün ardindan paraladi kendini...
Nice ölümsüz, hicran dolu besteye imza atti. Son katildigi radyo programinda "Hatiralar" sarkisini seslendirdi: "Beni de alin koynunuza hatiralar/dolanip kalayim bir an boynunuza
hatiralar"Bir süre sonra müdavimi oldugu Kalamis'taki Todori meyhanesine gitti; doktorlarin yasak ettigi ne varsa hepsini ismarlayip sofrayi
dösetti.Rakisini yudumlarken son nefesini verdi. "Her yil ölüm yildönümümde mezarima bir büyük raki dökün"diye vasiyet etti. Son yolculuguna mezarlikta kendi bestesi çalinarak ugurlandi: "Söndü yadimda akisler gibi askin seheri..."*
*CAN DÜNDAR *
Kucuk Abraham yedi yasinda Yahudi Imam Hatip Okul muadili ilk okula gitmeye baslamis. Birinci haftanin sonunda yani cuma gunu saat onikide okul hafta sonu tatiline girince eve donmus.
Annesi sormus :
- Abraham anlat bakalim bu hafta okulda ne ogrendiniz?
- Dinle anne, bu hafta Musa Peygamberi ogrendik, demis kucuk Abraham.
- Peki anlatabilirmisin?
- Musa Peygamber bir Mossad ajaniydi. Gordugu egitim sayesinde Misir firavununun sarayina kimseye caktirmadan girdi. Esir alinmis Yahudileri Kizil denizin kenarina kadar kacirmayi basardi. Denizi gecmek icin butun yahudilere emir vererek yuzen kopruler kurdurdu ve Yahudiler Kizil denizin dogusuna gecmeye basladilar. Tam gecerlerken General Firavun bunlari ordulari ve zirhli birlikleri ile takip etmeye basladi. Musa Peygamber cep telefonunu kullanip Mossada haber verdi. Mossad Israil hava kuvvetlerine bildirince hemen F-16 larla Fantom ucaklari kopruye varan Misir ordusunu ve tanklari bombalamaya basladilar, Koprunun yarisina kadar gelmis Misir ordusu ve general Firavun denize duserek boguldular ve Yahudiler selametle karsi sahile gectiler.
Annesi dehsetler icinde sorar.
- Abraham, haham hocan cidden, hakikatten boyle mi anlatti?
- Anne tam olarak boyle anlatmadi, ama herifin tam olarak anlattigi sekilde sana anlatsam hepten inanmiyacaksin.

Bush ve söför

George W. Bush söförüyle bir kir gezisine çikar. Arabayla giderken bir tavuk ezerler. Meseleyi tavugun sahibi olan çiftçiye kim anlatacak diye düsünürken Bush ukala bir tavirla söförüne soyle der: "Bana birak. Ben Dünya'nin en güçlü adamiyim. çiftçi bana muhakkak anlayis gösterecektir." Bush çiftçinin evine girer ve bir dakika sonra da nefes nefese kosarak geri döner. Gözü morarmis surati dagilmis haldedir.Söförüne "çabuk toz olalim burdan!"der.
Aksilik bu ya, arabayla daha 20 metre gitmeden bu defa da orada gezen bir domuzu ezerler. Bush korkulu gözlerle söförüne bakar ve "simdi adama gidip söyleme sirasi sende!" der. Söför çiftçinin yanina gider. Bush da arabada bekler. 10 dakika, 20 dakika, 30 dakika derken.... söför bir saat sonra sarki söyleyerek,gülerek, cepleri para dolu ve kolunda irice bir meyve sepeti ile gerigelir. Bush saskin bir halde sorar:"çifftçiye nededin ki bu kadar ikrama bogdu seni?""Valla ben de anlamadim" der söför.
"Ben ona sadece söyle dedim: Iyi günler. Ben George Bush'un söförüyüm. Domuz öldü! :))
Ögretmen sinifta madenleri ve ne kadar degerli olduklarini anlatiyormus. Dersin bitiminde cocuklara sormus:
"Cocuklar! Kim hangi madene sahip olmak ister?"
Once David cevap vermis:
"Platin, ogretmenim. Onunla kendime bir porsche alirdim. "
Ardindan Mike cevaplamis:
"Altin, ogretmenim. Altinlarimla kendime sonmodel bir cadillac alirdim. "
En son kucuk Joe yanitlamis:
"Silikon, ogretmenim. Ablamda iki tane var, kapinin onundeki arabalari hayal bile edemezsiniz!."

Hamile Kız

18 yaşındaki kız, annesine iki aydır adet görmediğini söyler. Annesi, çok tedirgin olur ve eczaneye bir hamilelik testi almaya gider ve>sonuçlar kızın hamile olduğunu gösterir. Anne çıldırmıştır, bağırır çağırır ve "bunu yapan hangi domuz? Bilmek istiyorum" der. Kız telefon acar ve yarim saat içinde bir Ferrari evin önünde durur, içinden hafif kırlaşmış saçları ve çok pahalı bir elbisenin içinde yakışıklı bir adam iner ve kapıdan içeri girer.Anne, baba ve kızla beraber otururlar. Herif, "kızınız durumu anlattı" der , "kişisel durumumdan dolayı kızınızla evlenemem" der,"ancak tüm sorumluluğu alıyorum" "Eğer bir kız çocuğu doğarsa annesine bir ev, bir yazlık villa ve milyon dolarlık bir banka hesabi,eğer bir erkek çocuk olursa bir kaç fabrika ve bir milyon dolarlık bir hesap,eğer ikiz doğarsa her ikisine de 500 bin dolarlık hesap ve bir fabrika vereceğim" der. Ancak düşük olursa.... O zamana kadar sessizce bekleyen baba elini dostça adamın omzuna koyar ve "o zaman tekrar denersin evladım"
Adamin biri bara girer ve kendisine bir icki soyler.Barmen bir robottur. Adama mukemmel hazirlanmis bir kokteyli cabucak servis yaparken sorar:
"IQ'un kac?" Adam "150" diye cevaplar.. Robot adamin IQ seviyesine gore sohbete baslar,uzun uzun Quantum fizigi, kuresel isinma, biyoteknoloji, ekonomi, insanligin seksuel gelisimi uzerine konusur.. Adam robotun bilgisinden etkilenerek kendi kendine "Bu gercekten inanilmaz" diye dusunur ve robotu denemeye karar verir. Bardan kalkar, tekrar kapidan girer bara gelir ve yeni bir icki soyler. Robot yine mukemmel hazirladigi ickiyi cabucak servis yapar ve sorar:
"IQ'un Kac?" Adam "100 civari" diye cevaplar. Robot bu kez uzun uzun sohbete baslar ama bu kez futbol, borsa, arabalar, raki ve gogusler hakkinda sohbet acar. Cok etkilenen adam robotu bir kez daha test etmeye karar verir ve tekrar kalkar. Yeni bir müsteri gibi bara yaklasir ve bir içki daha söyler. Robot çabucak servis yaparken sorar:
"IQ'un kac?".Adam, "mmm, sanirim 50 civari" der. Bunun uzerine robot, adama son derece yavas bir bicimde su cevabi verir:
"Ya...ni... Yi..ne..Ta..yy..ip'e....oy....ve...re...cek...sin..de...se...ne!:):):):):):):):)
Herkesin birbirini tanıdığı küçük bir kasabada, bir ayyaş yaşıyordu Bütün gününü, gecelerinin çoğunu kasabanın meyhanesinde geçiriyordu Evini, işini, çoluk-çocuğunu çoktan unutmuştu Bu yüzden herkes kendisine antipati duyuyordu Kimse kendisiyle ne doğru dürüst konuşuyor, ne de selam alıp veriyordu Bu haldeyken günün birinde vakti saati doldu ve öldü Kendisine yaşarken duyulan hoşnutsuzluk ölümünden sonra bile sürdürüldü O kadar ki, namazını kılacak kimse çıkmadı Cenazesi ortada kaldı Adamın karısı kocasının ölüsünü bir küfeye koyup sırtına yüklendi ve gömmesi için o çevrede yaşayan ve iyilik severliği ile tanınan bir çobana götürdü Çoban bir çukur açıp adamı gömdü Ardından herkes "Cehennemi boylamıştır" diye dünüşünüyordu Aradan bir müddet geçti Beldenin ileri gelenlerinden biri rüyasında ayyaş adamı cennette gördü "Adam canım rüyadır, rüyada herşey görülür" diye geçiştirdi Ama her gece aynı rüya tekrarlanıyordu Hemen imama gidip durumu açtı İmam da aynı rüyayı epeydir kendisinin de görmekte olduğunu söyledi Bunun üzerine akıllarına bu adamı gömen çobana gidip nasıl gömdüğünü, arkasından ne söylediğini sormak geldi Birlikte çobana gittiler Selam sabahtan sonra hemen konuya girdiler:
- Bir süre önce defnetmen için karısı tarafından sana bir cenaze getirildi Sen onu nasıl gömdün? Gömerken ne dedin?
- Valla merakınızı anlamıyorum Biliyorsunuz ben cahil biriyim Bir çukur açtım, adamı koyup üstünü kapatıverdim
- Peki bu sırada hiç birşey söylemedin mi? Bir dua falan?
- Ben pek dua mua bilmem Yalnız şunu söyledim:"Rabbim, şimdiye kadar sen bana birçok misafir gönderdin Allah misafiriyiz diye bana geleni senin rızan için ağırlamaya memnun etmeye çalıştım Kırk yılda bir, bir misafir de ben sana gönderiyorum Sen de onu şanına uygun bir şekilde ağırla"

çığlık

Yolcular uçagin yaninda otobüsten inmisler..
Bavullarini gösteriyorlar. Bir bakmislar uçak sirketinin minibüsü yanlarinda
durmus.

Içinden kaptan pilotla, yardimci pilot inmisler...
Yolcular fena halde sasirmislar..
Nasil sasirmasinlar.. Kaptan pilotun elinde bir beyaz baston. Kolunda üç
noktali bant..
Yardimci pilotun elinde bir köpek tasmasi..Tasmanin ucunda bir köpek.. Saga

sola çarparak öylece ilerliyorlar uçaga..

Günlerden 1 Nisan degil ama, "Saka herhalde" demis yolcular, dolusmuslar
uçaga..Uçak pistte hizla ilerlemeye baslamis. Yolcularin gözleri camda.
Uçak hizlanmis.. Yolcular endiselenmeye baslamislar.. Ucak daha hizlanmis.
Pistin sonu hizla yaklasmaya baslamis..Uçak iyice hizlanmis.. Bazi yolcular
paniklemis, dua etmeye baslamislar. Uçak son hiza ulasmis. Bu arada pistin
sonuna da ulasmis.
100 metre sonra betonun bitip çimlerin basladigini gören yolcular dehset
içinde çigligi basmislar.. Tam o anda da kaptan pilot levyeyi sonuna kadar
çekmis... Uçak tam pist biterken tekerleklerini yerden kesmis, havalanmis.


Kaptan pilot arkasina yaslanmis derin bir nefes almis ve yardimci pilota
dönmüs:
Biliyor musun? Bir gün çiglik atmakta gecikecekler ve hep birlikte geberip
gidecegiz!..."

* Dünyada nice kör yöneticiler var..*
*Çiglik atmaktan vazgeçmeyin !!!! .*

ipten adam almak

Halk arasında "ipten adam almak" diye bir söz vardır; avukatlar için kullanılır. "Çok başarılı bir avukat ipten adam alır" gibisinden. Yargıtay başkanı Osman Arslan'ın ağzından bu sözün nereden geldiğinin hikayesi :

Bir tarihte varlıklı bir İngiliz, ağır bir suç işlemiş. O suçun cezası "idam". Adam hemen ülkenin en ünlü avukatını tutmuş.

Avukat demiş ki: - Merak etme... Ben seni kurtarırım.,
Mahkeme başlamış. Avukat savunmasını yapmış. Ve hakim kararını açıklamış. -İdam!..

Avukat , hapishaneye gitmiş, müvekkiliyle konuşmuş:
-Merak etme, seni kurtarırım.
-Nasıl?
-Bu işin temyizi var... Temyiz, idamı bozacak.
Dava dosyası temyize gitmiş. Temyiz mahkemesinin kararı:
-Mahkeme kararının onanmasına... İdam!

Adam "hani beni kurtaracaktın" diye avukatına çıkışmış. Avukat hala sakin:
-Merak etme. Seni kurtarırım. Daha her şey bitmedi. Konu, Avam Kamarasına gelecek.
Gerçekten, Avam Kamarası'na gelmiş. Konuşulmuş. Sonunda, parmaklar kalkmış: -İdam!...

Adam sinirli mi sinirli. Avukat da sakin mi sakin:
-Merak etme. Seni kurtarırım. Lordlar Kamarası, idamı geri çevirir. Endişen olmasın. Lordlar Kamarası toplanmış. Olayı incelemiş. Kararını vermiş: -İdam!...
Adam elinden gelse avukatı bir kaşık suda boğacak. Ama avukat hiç oralı değil:
-Merak etme. Seni kurtarırım. Kraliçe onay vermeden, hiçbir idam cezası infaz edilmez. Kraliçe bu kararı bozar. Dosya kraliçe'nin önüne gelmiş. Kraliçe imzayı basmış: -İdam!...

Londra'da bir meydanda idam sehpası kurulmuş. Hakim, savcı, avukat, güvenlik görevlileri, halk orada. Adamı idam sehpasına çıkarmışlar. Adamın avukata dönük bakışlarından alev fışkırıyormuş. Avukat ise adama "sus" işareti yapmaktaymış; "Merak etme, seni kurtarırım." gibisinden.

Ve cellat, yağlı ilmeği, adamın boynuna geçirmiş. Alttaki iskemleye de tekmeyi vurmuş. Adam, ipte sallanmaya başlarken avukat yerinden fırlamış, cebinden bıçağı çıkarmış ve adamın boğazındaki ipi kesivermiş. Adam zar zor nefes alır bir halde yere yuvarlanmış.

Hemen hakimler, savcılar koşup gelmişler:
-Avukat... Sen yaptın?
Avukat, cebinden İngiliz Ceza Yasasını çıkarmış:
- Yasada , müvekkilimin işlediği suçun cezası idam... Siz de onu idam ettiniz... Ama yasada "idam edilerek öldürülür" diye bir hüküm yok...
Bu durumda ceza infaz edilmiş sayılır.

Bunun üzerine İngiltere'de bir hukuk tartışması başlamış. Kraliçe , avukatın bu becerisinden dolayı adamı affetmiş.

Ve İngiliz Ceza Yasası'nın idamla ilgili maddesi yeniden düzenlenmiş.

- İdama mahkum edilen kişi, asılmak suretiyle öldürülür

osmanlıca pc :))))

görev çubuğu: değnek-ül vazife

çift tiklama: tıkırt-ül tekerrür

administrator: sahip-ul edevat

flash disk: edevat-ül yumuşak

hard disk: edevat-ül civanmert

anti spyware : müdafa-ül hafiye

mouse: zındık faresi

klavye: taht-ul hurufat

power supply: kuvvet macunu

my documents - sanduka- i evrak

internet: allame-i ulul arz

google: kaşif-ul ali

google earth: seyr-ül arz, keşif-ul arz

denetim masası: sehpa-i saltanat

cd- rom - pervane-ül hâfiza

ekran: perde-ül temaşa

kasa: kaide

enter: duhul

virus: deyyus

antivirüs: akıncı

msn : elçi

hacker: deyyus-ül-ekber

hata raporu: malumat-ül kabahat

mail server: divan-ül mektubat

messenger: havadisçi

chat : muhabbet-ül zabıy

ctrl alt del : zeamet-i has timar
Küçük bir kız öğretmeni ile balinalar hakkında konuşuyordu. Öğretmen bir balinanın insanı yutmasının fiziksel olarak imkansız olduğunu söyledi, çünkü balinaların boğaz çok küçüktü. Küçük kız Jonah'ı (Yunus peygamber) bir balinanın yuttuğunu söyledi, sinirlenen öğretmen balinanın insanı yutamayacağını tekrarladı, bu imkansızdı.
Küçük kız şöyle dedi, "Cennete gittiğim zaman Jonah'a soracağım"
Öğretmen "Ya Jonah cehenneme gittiyse?" diye yanıtladı.
Küçük kız " O zaman sen sorarsın"

--------------

Bir anaokulu öğretmeni sınıftaki çocuklar resim yaparken, onları seyrediyordu. Her çocuğun çalışmasına bakmak için sınıfta dolaşıyordu. Gayretli bir şekilde çalışan küçük bir kızın yanında gittiğinde, ona ne çizdiğini sordu.
Kız yanıtladı, "Tanrıyı çiziyorum"
Öğretmen duraksadı ve sordu, "Ama hiç kimse Tanrının neye benzediğini bilmiyor"
Kız kafasını kaldırmadan yanıtladı, "Birazdan öğrenecekler"

-------------

Bir Pazar okulu öğretmeni beş, altı yaşlarındaki çocuklarla On Emri tartışıyordu. Anne ve Babaya "saygı" emrini açıkladıktan sonra, sordu, "Kardeşlerimize nasıl davranacağımızı öğreten bir emir var mı?"
(Bir ailenin en büyük çocuğu olan) küçük bir oğlan yanıtladı, "Öldürmemelisin"

-------------

Bir gün küçük bir kız oturup annesinin mutfakta bulaşıkları yıkamasını seyrediyordu. Aniden annesinin saçlarında beyazlar olduğunu fark etti. Annesine baktı ve merakla sordu, "Neden saçında beyazlar var anne?" Annesi yanıtladı, "Her yanlış yaptığında, beni kızdırdığında, mutsuz ettiğinde, saçlarımdan biri beyazlar" Küçük kız bu cevap üzerinde bir süre düşündü ve sonra sordu,
"Anne, anneannemin tüm saçları nasıl bembeyaz oldu?"

------------

Çocuklar hep birlikte fotoğraf çektirmişlerdi, öğretmen her birini bir fotoğraf almaya ikna etmeye çalışıyordu. " Düşünün, büyüdüğünüz zaman bu fotoğrafa bakıp Bu Jennifer, o avukat,' veya 'bu Michael, o doktor' demek ne kadar güzel olur" Sınıfın arkasından zayıf bir ses çınlar "Ve bu öğretmen, o öldü."

------------

Bir öğretmen kan dolaşımı üzerine ders anlatıyordu. Konuyu daha iyi açıklamaya çalışarak şöyle dedi, "Şimdi, sınıf, eğer başımın üzerinde durursam, bildiğiniz gibi, kan başıma iner ve yüzüm kıpkırmızı olur". "Evet" dedi sınıf. "O zaman, neden ben olağan pozisyonda ayakta dururken kan ayaklarıma gitmiyor?" Küçük bir oğlan bağırdı, "Çünkü ayakların boş değil"

------------

Çocuklar öğle yemeği için Katolik ilkokulunun kafeteryasında sıraya girmişlerdi. Masanın başında büyük bir elma yığını vardı, rahibe bir not yazıp elma tepsisinin üzerine asmıştı:
"Sadece BİR tane alın. Tanrı izliyor"
Sırada biraz daha ilerleyince, masanın diğer ucunda büyük bir çukulatalı çörek yığını vardı. Bir çocuk not yazmıştı, "İstediğiniz kadar alın. Tanrı elmaları gözlüyor"

ANNE KİMDİR / NEDİR?

ANNE, dünyada karşılık beklemeden börek yapan tek insandır ... Karşılıksız sevginin ete kemiğe bürünmüş halidir! Ne kadar üzsen de 10 Dakika sonra seni affeden zarif bir memeli turudur, yağlı bile olsa Tiksinmeden saçını okşayan, kucağına yatıran, öpüp koklayan tek varlıktır, meleğin sut verebilenidir. Yarasın diye muhallebinin içine ciğer katarak çocuğuna yediren manyaklık derecesinde yaratıcıdır. Yemek yemeyen çocuğun dikkatini çekmek için elindeki tencere ve Tavalarla maymunluk yapabilen kişidir, kafayı çocuklarıyla bozmuş, göbek bağı kopsa da yürek bağı asla kopmayan, sevgi dolu fedakar Insan dişisidir, bulaşık, ütü, vb yaparken bile otomatik olarak çene çalan, kendi kendine konuşan, Anne NE diyon dediğinizde 'sen kendi isine bak Bi de senle uğraşmayayım' seklinde asortik cevaplar verendir, "Ulen eve bi gece geç gelsek vır vır vır" seklinde kadın dırdırı denen mereti erkeklere daha küçükten Belletendir, yemek uzmanı, düzen insani, bilgili, kültürlü - her şeyi bilen şahsiyettir, yavrularını yol tarafından değil, kaldırım tarafından yürütendir, Dizidizi incidir lakin gerektiğinde laf sokma dalında DA birincidir, sevgiliden ayrılma haberi verildiğinde, "amaaan ben sana daha güzelini bulurum" diyebilen komik bir karakterdir, 'Oğlum aradım yoktun. Bende mesaj atayım dedim sana. Gelince ara beni EMI aslan evladım. Şapkasız çıkma o karılarla. Kara börülcem benim öptüm annen''
seklinde mesajlar Atabilen, teknolojiyi ısrarla reddeden, kabullenemeyen, kafasına göre Yorumlayan bilişim düşmanıdır,
*** AMA ... AMA dünyanın en güzel kucağına sahip, en güzel kokan, harikulade bir varlıktır
*** olmadık yerlerde iyi ki doğurmuşum Ulen seni!" diyen ve benim hatırıma benimle Freddy mercury dinleyen bir sabır ağacıdır, evlatlarını asla ayırmayan, ayni zamanda birbirinden Koruyan güç abidesidir evde bir yere uzandığınız an orada temizlik yapacağı tutan, Temizlik konusunda kayışı kopardığından temizlikçi gelecek diye evi
Temizleyen balans ayarı kaçmış temizlik kaynağıdır, Mutfakta yaşayan, evde Herkesi idare Eden ve geceleri baba denen yasal sevgilisiyle sevişen bi Tur canlıdır, iyiliğin, merhametin, acayip bir şefkatin, sadakatin, Sevginin güçlerini birleştirdiği sonsuz bakiredir !!
oğlunun damat - kızının gelin olduğunu görünce, çocuğu mezun olunca, çocuğu gol atınca, çocuğu hasta olunca, çocuğu askere gidince, asmalı kabağı seyredince, Dolar yükselince velhasıl buna benzer Ota-boka bissuru şeye ağlayabilen, bu mesajı okurken duygulanıp - gözleri dolabilen, ağlamaya Meyilli bir yapısı olan duygu pınarıdır, son kiiii üç dört; Uzakta dursa DA yakın hissedilen, cani hep istenen, asla vazgeçilmeyen, Dizinin dibinde olmak istenen, evlatların varlığını varlığına armağan edebileceği, *** ıslak - kuru AMA heeeep duygulu*** en önemlisi; kıçı başı oynamayan Tek kadın modelidir...

tatil:)

Karıkoca birlikte tatile çıkarlar. Gittikleri yerde kamp kurarlar.Tatillerinin ikinci gününün akşamı güzel bir yemek yiyip uykuya dalarlar.

Birkaç saat sonra kadın uyanır ve kocasını da uyandırır.Adam uyku sersemidir; güzel bir rüyadan uyandırıldığı için de biraz kızgındır: "Ne oldu?Ne istiyorsun?" diye sorar.

Yukarıya bak ve bana ne gördüğünü söyle." Adam gökyüzüne bakar ve cevap verir: -"Bunun için mi uyandırdın beni?.Baktım işte.
Bir sürü yıldız görüyorum,ışıl ışıl parlayan milyonlarca yıldız.

Karısı tekrar sorar.Peki, bu sana neyi gösteriyor?

Artık iyice uykusu kaçan adam biraz düşünür ve cevap verir:
"Teolojik olarak Tanrının kudretini ve kendi acizliğimizi görüyorum. Felsefi olarak, evrenin sonsuzluğunu ve onun karşısındaki önemsizliğimizi görüyorum.

Astronomik olarak galaksilerin,yıldızların, gezegenlerin varlığını görüyorum.Yıldızların konumuna bakarak saatin 3 oldugunu görüyorum. Meteorolojik olarak da bugün havanın çok güzel olacağını görüyorum.

Niye sordun bunu bana?
Sana neyi gösteriyor?
"Necati, çadırımızı çalmışlar!!!

710 nolu kapak

Bir otomobil firmasin servis ve satis "showroom"una bir bayan gelerek
"710 lu kapak" aradigini soyler... Saticilar hemen oto yedek parca bolumunden birini oraya cagirirlar ve kadinin talebini iletirler. Herkes kadina ve birbirine saskinlikla bakar. Hic kimsenin parcayi tanimadigi yuz ifadelerinden belli olur. Kadin ise israrla bunun, arabasinin motorunun bir parcasi oldugunu, bir sekilde kayboldugunu ve yenisinin gerektigini soyler. Bu esnada uyanik bir satici kadina yedek parcanin resmini cizip cizemeyecegini sorar. Sorunun cozulecegi umuduna kapilan kadin hemen kagit kalem isteyerek takriben 8 cm capinda bir daire cizer ve icine de "710" yazar... Islem sonuc verir...
kapak için tıklayın :
http://img174.imageshack.us/img174/6977/7102fw.gif

HANIM

Söylenir ki, bir gün Cengiz Han, tüm hanlarını toplamış, sağ yanına da eşini oturtmuş; Cengiz Han hanlarına,
-- "Ben Hanlar Han'i Cengiz Han, hepinizin hanıyım", eşini göstererek;
-- "Bu da benim Hanım" demiş.

İşte erkeklerin "eşim" anlamına söyledikleri "HANIM" kelimesi oradan geliyormuş...
Bir annenin yaşamak istemeyeceği bir dört gün yaşadım. Nehir, yüreğimizi ağzımıza getirdi. Türkiye'de çok da bilinmeyen bir hastalık, sinsi bir şekilde kızımı hedef seçti.
Geçen hafta bugündü. Öğleden sonra Tuzla Belediyesi'nde, akşam da Ümraniye Belediyesi'nde 8 Mart Dünya Kadınlar Günü nedeniyle düzenlenen panelde konuşmacıydım. İkinci panelin daha erken biteceğini düşünürken akşam 21.00'i buldu. Normalde Nehir uyuma saatlerine sadıktır. Altunizade civarındayken evi aradım. Nehir suçlu suçlu "Ben de şimdi uyuyacağım anne" dedi. "Bekle beni bebeğim, 5-10 dakika sonra oradayım" dedim. İşte bu cümle bugün yaşama ihtimalimiz olan acı olayı engelledi.
Eve geldim. Nehir'i öperken dudağının kenarında küçük bir kanama gördüm. Dudağını dişiyle kanattığını zannettim. Daha dikkatli bakmak için ağzını açtığımda damak içlerinde de kanamalar vardı. Hemen üst ve alt eşofmanını sıyırdım. Vücudunda mor noktalar oluşmuştu. En önemlisi kasık bölgesinde 10 santimetre çapındaki morarmaydı. Annem, alerjik bir durum olabileceğini söyledi.
Belki de annem doğru söylüyordu. Kızım alerjikti ve bir gün önce yüzmüştü. Belki de klor nedeniyle cildinde reaksiyon meydana gelmişti. Kasığındaki morluğun nedeni de havuzdan çıkarken havuzun kenarına çarpması olabilirdi. Ama içim rahat etmedi, en yakındaki hastaneye gittik. Çocuk doktoru Nehir'i görür görmez kan ve idrar tahlili istedi. Tahlil sonuçları geldiğinde elimize bir not verip çocuk hematoloji bölümü olan bir hastaneye acilen başvurmamız gerektiğini söyledi. Kanın pıhtılaşmasını sağlayan trombositlerin sayısı 23 bine düşmüştü. Olması gereken sayı ise 200 bin-450 bin arasıydı. Nehir'de gördüğümüz mor lekeler kanamanın başladığını gösteriyordu.
Hemen özel bir hastaneye gittik ama çocuk hematoloji bölümü yoktu. Diğer şubelerine sevk ettiler. Çocuk Hematoloji Bölüm sorumlusu profesör arandı, o bizi Marmara Üniversitesi'ne sevk etti. Hastaneye ulaştığımızda ortalama 1,5 saat geçmişti. Yeniden kan alındı. Nehir'in trombosit seviyesi 3 bine kadar düşmüştü. Beyin kanaması riski Doktor durumun ciddi olduğunu, ciddi bir iç kanamayla karşı karşıya olduğumuzu, en önemlisi beyin kanaması gerçekleşebileceğini söyledi. Bir anne olarak nasıl bir tablo ile karşı karşıya kaldığımı tahmin edebilirsiniz. Hızla müdahale gerekiyordu. İki yol vardı. Ya insan iliğinden özel olarak üretilen ve piyasada bulunması zor olan bir ilaç gece yarısı bulunacaktı ya da kemik iliği açılıp incelenecek ve kortizon tedavisine geçilecekti. Pınar bir taraftan laboratuvara koştururken, annem Nehir'in yanındaydı. Kardeşim ise "Ben bulurum" diye tek başına istenen özel iliği aramak istiyordu. Kızımın o iliğe ihtiyacı vardı ve benim o anda yapmam gereken tek şey o iliği en kısa sürede bulup, getirmekti. Zamanla yarışıyorduk. Arabaya nasıl bindim, nasıl kullandım ve neden nöbetçi eczaneleri tek tek gezmeden direkt bir ecza deposuna gittim, bilmiyorum. Gece yarısını geçmişti ve ecza deposu kapanmıştı. Güvenlik görevlisine "Kızım elden gidiyor, o henüz 8 yaşında. Lütfen bize yardım edin, zamanımız yok!" diye yalvardığımı hatırlıyorum. Deponun bir çalışanı arandı, evden çağrıldı. Adam 15 dakika sonra yanımızdaydı ama bana bir asır gibi geçti. Çünkü Pınar sürekli kardeşimi arıyor "Çabuk olun, 5 dakika içinde burada olmanız gerekiyor, durum kötüye gidiyor" diyordu. Depoyu açtırdık ama iliği bulmama ihtimalimiz yüksekti. Bizden 6 kutu istenmişti. Oysa depoda sadece 5 kutu vardı. Prosedürlere uymamız da gerekiyordu. Depo çalışanı bizimle nöbetçi eczaneye geldi, parası ödendikten sonra hastaneye ilikleri yetiştirdik. Nehir gerçekten kötüydü. Yüzünde mor lekeler oluşmuştu, kulağında ve gözünde de kanamalar vardı. Dayısıyla birlikte biz bir mucizeyi gerçekleştirmiş, çok kısa sürede, bulunma ihtimali olmayan bir ilacı bulmuştuk. Ama tehlike sürüyordu. Gece yarısı 8 ünite trombosit bulundu. Dayısı yarım saat içinde Çapa Kan Merkezi'nden trombositleri bulup getirdi. Nehir'i servise çıkarırken babasını arayıp,durumun kötü olduğunu söyledim. Yalnız değildik İlk dozun gitmesi 6 saati buldu. Ama yeterli değildi. Trombosit sayısı sadece 18 bine çıkmıştı ve risk sürüyordu. Sabah erken saatlerden itibaren ikinci doz için arayışa geçtik. Kızımın okulu seferber oldu ve 3 saat içinde ikinci iliği bulduk. Tedaviye cevap verdi. Nehir iki kez yüreğimizi ağzımıza getirdi. İkinci gün baş ağrısıyla birlikte kusma başlayınca bize tomografi yolu göründü. Beyin cerrahından cevap gelene kadar ömrümüzden ömür gitti. Nehir sayesinde Türkiye'de çok fazla bilinmeyen İTP (İdyopatik Trombositopenik Purpura) hastalığını tanımış olduk. Akut İTP'ler bir anda belirti veriyormuş. Eğer Nehir'inkine benzer bir tablo ile karşılaşırsanız vakit kaybetmeden çocuk hematolojisi olan bir hastaneye başvurun. Yoksa bizim gibi şanslı olmazsınız ve yüksek risk nedeniyle geri dönülmez bir noktayla karşı karşıya kalabilirsiniz.Eve döndük ama hálá her sabah trombosit saydırıyoruz. Çünkü bir iniyor, bir çıkıyor. hastanede dört gün kaldık. Sabah ezanıyla birlikte koşuşturmanın başladığı serviste gece de erken oluyordu. O gecelerde şunu düşündüm; biz sıcacık evlerimizde çocuklarımıza sarılıp, mutlu ve huzurlu yatarken hastanelerde acı çeken binlerce çocuk ve aile vardı. Sabaha kadar gözlerini kırpmayan anneler, kapı önünde iyi bir haber bekleyen babalar... Açlığa, susuzluğa, uykusuzluğa ve yorgunluğa dayanamayan ben, dört günü aşan bir süre eve gitmeden Nehir'in başında bekledim. Tıpkı diğer anneler gibi...Hastanede kaldığımız süre içinde telefonlarımız bir dakika bile susmadı. Ne kadar çok dostumuz, arkadaşımız, sevenimiz varmış, bunu anladım. Hepsi Nehir için dua etti. Allah kızımı bana bağışladı. Hastaneden çıkarken Candan Erçetin'in bir şarkısının sözleri dudaklarımdan dökülüyordu: "Elbette bugün ağlıyorsak, yarın güleceğiz..." Ben zaten umudumu hiç yitirmemiştim. Bundan sonra Nehir uzun bir süre çok dikkatli hareket edecek. Benim gözüm ise hep kızımın üzerinde olacak. Hastalığımızın akut mu yoksa kronik mi olduğunu 6 ay sonra öğreneceğiz. Zor ve riskli bir süreç bizi bekliyor.
Bulduğun parayı ne yaparsın? Bir kafede, Stefani kimsenin oturmadığı bir masanın altında 50 liralık bir káğıt para görüyor. Bu bir aylık cep harçlığı demek! Parayı alıyor, ama sonra tereddüt ediyor. Bunu almak kötü mü acaba? Belki de, parayı kafenin
sahibine götürmek daha iyi! Eğer parayı kaybeden kişi geri dönerse, kafenin sahibi ona parasını geri verebilir. Ama káğıt paraların üstünde isim yazmadığına göre, paranın gerçekten de o kişiye ait olduğu nasıl kanıtlanabilir ki? Peki, kafenin sahibinin 50 liranın üstüne yatmayacağı nereden belli? "Eğer o böyle yapacaksa, parayı kendime saklamam daha iyi" diye düşünüyor Stefani. Bu durumda iyi olan ne: Parayı almak mı? Kafenin sahibine vermek mi? Kafede, "Kim 50 lira kaybetti?" diye bağırmak mı? Kafedeki bu öykü epeyce karışık. Neyin iyi, neyin kötü olduğunu bilmiyoruz. Öyküdeki durumu hiçbir cevaba ulaşamadan saatlerce tartışıp durabiliriz. Belki de her zaman yalnızca bir tek iyi ve bir tek kötü yoktur. Varsa bile, bu her zaman herkes için aynı değildir!İyi nedir, kötü nedir? Yaşamak için, kurtların kuzuları yemesi gerekir. Kurtlar için kuzuları öldürmek iyidir. Bu, kurdun yaşamasını, küçük kurtların büyümesini sağlar. Kuzuysa ölmek istemez: Kuzular için kurtların yaptığı şey kötüdür. Kuzunun içindeki yaşama isteğiyse, iyidir. Kurt için iyi olan, kuzu için iyi değildir. Kuzu için iyi olansa, kurt için kötüdür. İyi ve kötü herkes için aynı şey değildir. Yaşamı ve dünyanın işleyişini anlamaya çalışan çocuklara, temel kavramları doğru sorular sorarak düşündürmek gerekir. Büyüklerin dünyasında bile ikilemler yaşatan bu kavramları çocuklara aktarma görevini yapacak olansa bizleriz. Peki, bunu nasıl yapacağız? Çocuklara doğru ve etkili düşünmenin yollarını yaşamın içinden küçük örneklerle öğreteceğiz. Daha fazlasını öğrenmek için çok güzel kitaplar var. Mesela Brigitte LabbŽ, felsefe eğitiminden edindiği birikimi yazdığı kitaplarla çocuklarla paylaşıyor. "Çıtır Çıtır Felsefe" dizisinin danışmanlığını ise Paris Sorbonne Üniversitesi Felsefe Bölümü'nden Profesör Michel Puech yapıyor. Günışığı Kitaplığı'ndan çıkan dizinin "İyi ve Kötü" bölümünde çocuklarınıza en temel iki kavramı nasıl öğreteceğiniz örneklerle anlatılıyor. Belki
bizler de kendimiz için bir şeyler öğreniriz.

İTP nedir?
İTP (İdyopatik Trombositopenik Purpura), vücudun kendi trombositlerine karşı 'antikor' denilen bazı proteinler üreterek, trombositleri yıkmasıyla ve böylelikle trombosit sayısının azalmasıyla (trombositopeni) ortaya çıkıyor. Vücuttaki trombositlerin azlığı ise herhangi küçük bir yaralanmada kanamanın durmamasına neden oluyor. Trombositlerin olması gereken normal değeri milimetre küpte 200 bin ila 400 yüz bin arası. Trombosit değeri 30 binin altındayken morluklar ve kanamalar görülüyor. Ağız içindeki kanamalar genellikle trombositler 10 binin altına düştüğünde ortaya çıkıyor.

Neden olur?
Bu hastalığın nedeni hálá bilinmiyor. Ama en çok ilkbahar ve sonbaharda görülüyor. Çoğunlukla çocuklar bir enfeksiyon geçirdikten 2-3 hafta sonra bu hastalık ortaya çıkabiliyor. En çok kızamık, suçiçeği gibi hastalıklar ve virüsler hastalığı tetikleyebiliyor. İTP'de ayrıca aşılar, antibiyotikler ve ağrı kesiciler tetikleyici olabiliyor. Aspirin türevi ateş düşürücüler ve ağrı kesiciler kullanırken dikkat edin.

Belirtileri neler?
Her şey normal giderken birdenbire çocuğun vücudunda kocaman morluklar, nokta kanamalar, şiddetli bir burun kanaması ya da ağız içinde kanamalar görülebiliyor. Bazı çocuklarda ise bağırsakta ve idrarda da kanama olabiliyor. Geçirilen virüs enfeksiyonuna bağlı olarak geçici dalak büyümesi de olasılıklar arasında. En korkutucu olanı beyin içi kanamalar. Bu durumda çocukta uykuya aşırı meyil veya baş ağrısı, kusma gibi belirtiler görülüyor ve bilinç giderek kapanıyor.

Risk grubu çocuklar
İTP, çocuklarda en sık 2-7 yaşları arasında görülüyor. Kızlarda erkeklere oranla daha fazla görülüyor. 2 yaş altı ve 7 yaş üstü çocuklarda tedaviye direnç daha fazla görülüyor. Tıpkı Nehir'de olduğu gibi... Üçüncü günün sonunda trombosit sayısı 110 bine çıktı ama dördüncü gün 55 bine indi.

Tedavi yöntemi nasıl?
Birkaç çeşit tedavi yöntemi var. Bunlardan en sık kullanılanı ilaçlarla yapılan tedavi. Ancak kemik iliği incelemesi yapmak gerekiyor. İlaç tedavisiyle birkaç gün içinde trombositler yükseliyor. İkinci seçenek daha pahalı ama kemik iliği yapmayı gerektirmeyen, iki gün üst üste damardan verilen ilik serumu. Biz iliği bulabildiğimiz için Nehir'e ikinci yol uygulandı. Tedaviye hiç cevap alınamayan riskli durumlarda ise dalak alınıyor.

Dalak niçin alınıyor?
Vücut yabancı olarak algıladığı trombositleri dalakta yok ediyor. Dalak alındığında yok etme yeri olmadığı için trombositlerin sayısı yükseliyor.

Bulunmayacak Tek Şey Senin Benzerindir

Ayakkabıcı, yeni getirdiği malları vitrine yerleştirirken, sokaktaki bir çocuk onu seyretmekteydi. Okullar kapanmak üzere olduğundan, sporayakkabılara rağbet fazlaydı. Gerçi mallar lüks sayılmazdı ama, küçük bir dükkân için yeterliydi. Onların en güzelini ön tarafa koyunca, çocuk vitrine doğru biraz daha yaklaştı. Fakat bir koltuk değneği kullanmaktaydı. Hem de güçlükle...Adam ona bir kez daha göz attı. Üstündeki pantolonun sol kısmı, dizinin alt kısmından sonra boştu. Bu yüzden de sağa sola uçuşuyordu.Çocuğun baktığı ayakkabılar, sanki onu kendinden geçirmişti. Bir müddet öyle durdu. Daldığı hülyadan çıkıp yola koyulduğunda, adam dükkândan dışarıfırlayıp:
- "Küçüüük!" diye seslendi." Ayakkabı almayı düşündün mü? Bu seneki modellerbir hârika!"
Çocuk, ona dönerek:
-"Gerçekten çok güzeller!" diye tebessüm etti, "Ama benim bir bacağım doğuştan eksik
-"Bence önemli değil!" diye atıldı adam. "Bu dünyada her şeyiyle tam insan yok ki! Kiminin eli eksik, kiminin de bacağı. Kiminin de aklı veya vicdanı."
Küçük çocuk, bir şey söylemiyordu. Adam ise konuşmayı sürdürdü:
- "Keşke vicdanımız eksik olacağına, ayaklarımız eksik olsa idi."
Çocuğun kafası iyice karışmıştı. Bu sefer adama doğru yaklaşıp:
-"Anlayamadım!. dedi. Neden öyle olsun ki?"
-"Çok basit!" dedi, adam. "Eğer yoksa, cennete giremeyiz. Ama ayaklar yoksa, problem değil. Zaten orda tüm eksikler tamamlanacak. Hâttâ sakat insanlar, sağlamlara oranla, daha fazla mükâfat görecekler..."
Küçük çocuk, bir kez daha tebessüm etti. O güne kadar çektiği acılar, hafiflemiş gibiydi. Adam, vitrine işâret ederek:
- "Baktığın ayakkabı, sana yakışır!" dedi. "Denemek ister misin?"
Çocuk, başını yanlara sallayıp:
- "Üzerinde 30 lira yazıyor" dedi, "Almam mümkün değil ki!"
- "İndirim sezonunu senin için biraz öne alırım!" dedi >adam, "Bu durumda 20 liraya düşer. Zâten sen bir tekini alacaksın, o da 10 lira eder."
Çocuk biraz düşünüp:- Ayakkabının diğer teki işe yaramaz!" dedi, "Onu kim alacak ki?"
- "Amma yaptın ha!" diye güldü adam. "Onu da, sağ ayağı eksik olan bir çocuğa satarım."Küçük çocuğun aklı, bu sözlere yatmıştı. Adam, devam ederek:
- "Üstelik de öğrencisin değil mi?" diye sordu.
- "İkiye gidiyorum!" diye atıldı çocuk, "Üçe geçtim sayılır."
- "Tamam işte!" dedi adam. "5 Lira da öğrenci indirimi yapsak, geri kalır 5 lira. O da zâten pazarlık payı olur. Bu durumda ayakkabı senindir, sattımgitti!"
Ayakkabıcı, çocuğun şaşkın bakışları arasında dükkâna girdi. İçerdeki raflar, onun beğendiği modelin aynıyla doluydu. Ama adam, vitrinde olanı çıkarttı. Bir tabure alıp döndükten sonra, çocuğu oturtup yeni ayakkabısını giydirdi. Ve çıkarttığı eskiyi göstererek
- "Benim satış işlemim bitti!" dedi, "Sen de bana, bunu satsan memnun olurum."
- "Şaka mı yapıyorsunuz?" diye kekeledi çocuk, "Onun tabanı delinmek üzere.Eski bir
ayakkabı, para eder mi?"
- "Sen çok câhil kalmışsın be arkadaş...." dedi adam, "Antika eşyalardan haberin yok her hâlde. Bir antika ne kadar eski ise, o kadar para tutar. Bu yüzden ayakkabın, bence en az 30-40 lira eder." Küçük çocuk, art arda yaşadığı şokları üzerinden atabilmiş değildi. Mutlaka bir rûyada olmalıydı. Hem de hayatındaki en güzel rûya.Adamın, heyecandan terleyen avuçlarına sıkıştırdığı kâğıt paralara göz gezdirdikten sonra, 10 liralık banknotu geri vererek:
- "Bana göre 20 lira yeterli." dedi. "İndirim mevsimini başlattınız ya!" Adam onu kıramayıp parayı aldı. Ve bu arada yanağına bir öpücük kondurdu. Her nedense içi içine sığmıyordu. Eğer bütün mallarını bir günde satsa,böyle bir mutluluğu bulamazdı. Çocuk, yavaşça yerinden doğruldu. Sankikoltuk değneğine ihtiyaç duymuyordu. Sımsıcak bir tebessümle teşekkür edip:
- "Babam haklıymış!" dedi. "Sakat olduğum için üzülmeme hiç gerek yok! Demişti."* Her Rüzgar Savuracak Bir Toz bulur, * Her Hayat Yaşanacak Bir Can Bulur,* Her Umut Gerçekleşecek Bir Düş Bulur* Bulunmayacak Tek Şey Senin Benzerindir."

05 Mayıs 2007

YAŞADIĞINIZ HER GÜN ÖZELDİR !

Eniştem; kızkardeşimin tuvaletinin en alt gözünü açtı ve ince kağıda sarılmış bir paket çıkardı. "Bu" dedi, "sıradan bir çamaşır değil." Kağıdı açtı ve çamaşırı bana uzattı.
Zarif ve ipekliydi. Kenarları elişi dantelle süslenmişti . Astronomik bir fiyat taşıyan etiketi hala üstündeydi.
"Jan bunu New York'a ilk gittiğimizde almıştı. Nereden baksan sekiz, dokuz yıl olmuştur. Hiç giymedi. Özel bir gün için saklıyordu." Çamaşırı benden aldı ve cenaze evine götürmek üzere ayırdığımız diğer giysilerle birlikte yatağın üzerine koydu. Bırakırken eli bir an yumuşak kumaşı okşar gibi oyalandı. Tuvaletin gözünü hızla kapattı ve bana döndü ve dedi ki : " Hiçbir şeyini özel bir gün için saklama. Yaşadığın her gün özeldir."
Cenazeyi izleyen günlerde enişteme ve yeğenime beklenmeyen bir ölümün arkasından yapılması gereken tüm üzücü işlerde yardımcı olurken sık sık bu sözleri hatırladım. Kardeşimin ailesinin yaşadığı şehirden California'ya dönerken uçakta yine bu sözleri düşündüm. Kardeşimin göremediği, duyamadığı veya yapamadığı bütün şeyleri düşündüm. Hala eniştemin sözlerini düşünüyorum ve hayatım değişti.

Artık daha çok okuyor, daha az toz alıyorum. Balkonda oturup bahçemi seyrediyorum, uzayan çimlere aldırmadan. Ailem ve dostlarımla daha çok vakit geçiriyorum , iş toplantılarında daha az. Mümkün olduğu kadar sık "hayatın katlanılması gereken bir dertler zinciri yerine zevk alınacak olaylar silsilesi olarak görülmesi" gerektiğini
hatırlatıyorum kendime. Her anın güzelliğini duyumsayarak yaşamak istiyorum. Hiçbir şeyimi özel günler için saklamıyorum. Kıymetli tabak çanağımı her "özel" olayda kullanıyorum. Birkaç kilo vermek, tıkanan lavaboyu açmak, bahçemde ilk açan çiçek gibi özel olaylarda.. En pahalı ceketimi canım isterse süpermarkete giderken giyiyorum. Teorime göre eğer zengin görünürsem, küçük bir torba erzak için o kadar parayı daha rahat ödeyebilirim. Pahalı parfümü özel partiler için saklamıyorum. Mağazalardaki tezgahların ve banka memurlarının burunları da, en az parti parti gezen arkadaşlarımınkiler kadar iyi koku alır. "Birgün" kelimesi dağarcığımdaki yerini kaybetti. Bir şey, eğer görmeye, duymaya veya yapmaya değerse, onu şimdi görmek , duymak ve yapmak istiyorum. Hepimizin "Yaşayacağımıza garanti gözüyle baktığımız yarını görmeyeceğini" bilseydi eğer kızkardeşim, neler yapardı kimbilir ? Sanırım aile fertlerini veya yakın arkadaşlarını arardı. Belki eski birkaç arkadaşını arayıp aralarında geçen sürtüşmeler için özür dilerdi. Belki bir lokantaya en sevdiği çin yemeğini ısmarlardı. Bunların hepsi birer tahmin. Kardeşimin neler yapamadan öldüğünü hiçbir zaman bilemeyeceğim. Ya ben ?..
Eğer sayılı saatimin kaldığını bilseydim, yapamadığım şeyler olduğu için kızardım. Yazmayı ertelediğim mektupları yazmadığım için kızardım. "Bir gün ararım" dediğim dostları görmediğim için kızardım. Eşime ve kızıma onları ne kadar çok sevdiğimi yeterince sık söylemediğim için kızardım. Artık hayatlarımıza kahkaha ve renk katacak hiçbir şeyi yarına ertelememeye, duygularımı dizginlememeye çalışıyorum. Ve her sabah gözlerimi açtığımda kendime o günün "Özel bir gün" olduğunu söylüyorum.





iki doktor

Yasli doktor kasabayi terketmek uzereyken yerine gelen genc doktoru almis hastalarini tanistirmak uzere evden eve dolastirmaya baslamis.
İlk girdikleri evde bir kadin:
- "Doktorcugum çok mide agrisi çekiyorum" demis. Eski doktor da;
- "Bence biraz fazla meyva yiyorsunuz da ondan..." demis.
Disari çiktiklari vakit yeni doktor "Abi" demis, "Kadini muayene bile etmeden nasil böyle bir neticeye vardin ?"
Yasli doktor anlatmis: "Oglum, numaradan gözlügümü yere düsürdüm bir de baktim ki yatagin alti meyva kabuklari ile dolu.."
Ikinci evdeki hastayi genç doktorun muayene etmesine karar vermisler. Bu evdeki kadin "Çok halsizim" deyince doktor
- "Belki de Kilise faaliyetleriniz sizi çok yoruyor, biraz ara verin" demis.
Disari çikmislar yasli doktor genç doktora ;
- "Dogru söyledin" demis "Bu kadin kiliseden disari çikmaz. Ama nasil anladin?"
Genç doktor ;
- "Ben de çaktirmadan yatagin altina baktim ve kilisenin papazini gördüm.